(Konya, 1870)
Konya'nın kıyısındaki küçük bir dağ köyü… Zaman durmuş gibidir. Taş evler, kuru otlarla örtülü tarlalar ve uzaklarda yükselen sönmüş volkan dağlarıyla çevrili sessiz bir yurt. Hikâyemiz, bu köyde yaşayan Ali adında bir çobanla başlar.
Ali, genç yaşına rağmen içine kapanık, sessiz bir adamdır. Sabahları erken kalkar, keçilerini alır ve gün boyu dağ yamaçlarında dolaşır. Bu yalnız yolculuklar, ona hem doğayla bağ kurma hem de kendi iç sesini dinleme fırsatı verir. Fakat bir gün, bu sessizlik hiç beklemediği bir sırla bozulur.
Gizli İşaret
O gün Ali, daha önce pek gitmediği bir tepenin yamacına tırmanırken bir kayanın üstüne kazınmış garip bir göz sembolü fark eder. Göz, son derece belirgindir; sanki yüzyıllardır orada duruyormuş gibi taşın yüzeyine oturmuştur. Taşın etrafında yosun tutmuş izler ve kırmızıya çalan toprak dikkatini çeker.
Köye döndüğünde bu sembolü yaşlılardan biri olan Hacı Dursun’a anlatır. Dursun, gözlüklerini düzeltip uzun bir sessizlikten sonra şöyle der:
“O taşın olduğu yer vaktiyle Ermeni bir keşişin inziva yeriydi. Göz işareti, koruyucu bir mühürdür. Orada gömü olduğu söylenir… ama o gömü, gözle mühürlenmiştir. Kazmaya kalkışanlar ya deli olur ya da karanlığa mahkûm edilir.”
Ali’nin gözleri parlamıştır. Fakirliğin pençesindeki bir köylü için böyle bir hikâyenin çekiciliği büyüktür. Ertesi sabah oraya geri döner.
Kazıya Başlamak
Ali, günlerce plan yapar. Geceleri köydeki fenerler söndükten sonra, bir kürek, bir kazma ve el feneriyle o taşa gider. Göz sembolünü usulca silmeden kayanın etrafını kazmaya başlar.
İlk gece, sadece taşın çevresini temizler. İkinci gece, altındaki toprağa iner ama elle tutulur bir şey bulamaz. Ancak üçüncü gece kazdığı çukur daha derinleşir, toprak aniden nemli ve yapışkan bir hâl alır. Havada garip, ekşi bir koku dolaşmaya başlar; sanki çürümüş meyve ya da ıslak deri gibi…
Kazmasını bir kez daha taşa vurduğunda, göz sembolü tam ortasından çatlamaya başlar. O an havadaki enerji değişir. Fısıltılar duyar gibi olur ama etrafta kimse yoktur. Taşa dokunduğu anda elinin uyuştuğunu fark eder.
Eli titrer… Sonra parmakları bükülmez hâle gelir. Kazmasını bırakır ama avucu açılmaz. Göz sembolü sanki ona bakıyordur artık. Korkuyla kaçar.
Lanetin Yüzü
Sabah köye döndüğünde elinde hâlâ hissizlik vardır. Gözleri sulanır, bulanık görmeye başlar. Hekim çağırırlar ama gözlerinde hiçbir hastalık görünmez. Günden güne görüşü azalır. Bir hafta içinde tamamen kör olur.
Yaşlı Dursun onun başucunda dua okur ve şu sözleri tekrar eder:
“O taş, gözü olanı korur, kör olanı sınar. O define, Allah’ın değil lanetin nasibidir.”
Ali’nin evi zamanla sessizliğe gömülür. O bir daha o bölgeye gitmez, kimse de ona bu konuyu sormaz.
Efsane Devam Ediyor
Yıllar sonra, köyde başka biri aynı taşı bulur. Fakat Ali’nin hikâyesi köy halkının hafızasındadır. Hiç kimse orayı bir daha kazmaya cesaret edemez. Göz taşı hâlâ oradadır; rüzgârda taşın yüzeyi parlar, ve efsaneye göre orada hâlâ birinin gözetlediği söylenir.
“Bazı hazineler alınmak için değil, hatırlanmak içindir.”